4 Ocak 2010 Pazartesi

Küba Günlüklerim - 5. Gün

4 Ocak 2010: Sabah erkenden Lumino bize sesleniyor, kapıdan işaret ediyorum üzerime kalın birşeyler alıp geleceğimi. Hava sabahları ve akşamları oldukça serin. Bu sabah bir taksiyle anlaşıp Pinar del Rio’ya tütün fabrikasına gideceğiz; o nedenle Lumino erkenden kahvaltıyı hazırlamış bile. Heriberto’nun eşi ilkokul öğretmeni. O okula, biz de taksi durağına evden birlikte çıkıyoruz.

Planımız bir saati tütünlerin nasıl sarıldığını öğrenerek geçirmek, birkaç saati de Pinar del Rio merkezini görerek geçirmek ve gün batmadan Vinales’e dönmek. Taksici bizi bekleyecek şekilde anlaşıyoruz. Buradaki esnaf gerçekten Havana’dakilerden çok farklı, bize güven veriyorlar. Havana’da sözleşip anlaştığın taksiler seni almak için gelmeyebiliyormuş. Yarım saat yolculuk sonrası Partagas tütün fabrikasının kapısına vardığımızda fabrikanın kapılı olduğunu tur otobüsleriyle gelen yüzlerce turistle birlikte öğreniyoruz. İşin garibi, bayram değil seyran değil ve kimse o gün kapalı olacağını bilmiyor oranın, tur rehberleri dahil. Hayal kırıklığı içerisindeyiz ve Küba’da bazı şeylerin keyfi kararlara bağlı olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Havana’daki fabrikayı görürüz dönüşte diye teselli ediyoruz birbirimizi. Taksicimiz bize çok yakında bu bölgeye özgü bir rum(rom)* fabrikası olduğunu söyleyip bizi oraya götürmeyi teklif ediyor. Tanıdıkları sayesinde turist kafilesine katılmamıza gerek kalmadan özel tanıtım yaptırtıyor bizim için. Rom içkisinin nasıl yapıldığını öğrendikten sonra tatmak ve satın almak için yapılmış bölüme geçiyoruz. Bu bölüm turistlere hizmet verdiği halde içerideki atmosfer tam bir köy bakkalını andırıyor. Farklı çeşitlerini tadıp; Pinar del Rio yöresine ait bir şişe rom ve akşam denemek için de birkaç çeşit puro satın alıyoruz. Pek hoşumuza gitmeyen Pinar del Rio’da toplam bir saat bile geçirmeden tekrar Vinales’e dönüyoruz. Yolda taksiciye bizi tanıdığı bir tütün çiftliğine götürüp götüremeyeceğini soruyoruz. Olmaz mı? Hemen kendimizi mogoteler arasında bir bahçede tütün bitkileri arasında buluyoruz.

Hasır şapkası, yanık teni ve güneşten kısılmış gözleriyle bahçe arasından 50 yaş üzerinde görünen; ama ancak 40’larında biri geliyor ve elimizi sıkıp tanıştıktan sonra garip sesler çıkarıp kümes hayvanlarını çağırıyor yanına. Onları yemleyip bir süre sevdikten sonra bizi palmiye ağaçlarından örülmüş ve içerisinde tütün yaprakları kurutulan yüksek çatılı tütün evine doğru götürüyor. Gün ışığından birden karanlığa geçince gözlerimiz kararıyor ve tütün bitkilerinin nemli kokusu ciğerlerimizi dolduruyor. Sigara sevmememize rağmen bu koku bizi rahatsız etmiyor. Yeni asılmış ıslak, yarı kurumuş ve tam kurumuş yapraklar büyük bir özenle dizilmiş. Bize yaprakları tek tek elletip kokmamızı istedikten sonra palmiye yaprağına sarılı kuruma işlemini tamamlamış yapraklardan çıkarıyor birkaç tane. Eliyle olabildiğince düzleştiriyor ve içerisine tütün yerleştirip asma yaprağı sarar gibi iki yaprağı beraber kullanarak bir puro sarıyor. Sonra da bir ucunu keserek yakıp içiyor karşımızda. Şapkasını çıkarıp ne kadar sağlıklı olduğundan bahsediyor saçlarını göstererek; çünkü puro içmenin bir kuralı ciğerlerine çekmemek sigaranın aksine diye anlatıyor. Bir şiir okuyup bize de birer tane sarıyor hediye amaçlı. Olay sonuna doğru bir şova dönüşse de biz tütün hakkında çok şey öğreniyoruz orada.



Öğleden sonra için, ana caddeden beyzbol sahası’na** doğru ayrılan yoldan devam eden bir yürüyüş parkuru oluşmuş ya da oluşturulmuş mogotelere doğru giden. Bölge insanlarının iki gündür verdiği güven ve azıcık ilerlettiğimiz İspanyolca’mızla kendimizi bahçeler arasında, kah çamurlu kah at pislikli ama her daim kıpkırmızı topraklarda yürür buluyoruz. Ortalıkta kimseler yok bizden başka, zaman zaman at üzerinde turistler ve köylüler geçiyor; selamlaşıyoruz. Öyle huzurlu bir yer ki, keşke yarın gitmek zorunda olmasak diye geçiyor içimizden. Hava güneş tepede olduğu sürece sıcak. Bugüne dek görmediğim yakıcı Ocak güneşi mutluluk veriyor bana. Huzur içinde kuş sesleriyle birlikte yürüyor, Küba hakkında muhabbet ediyor, Londra’dan getirdiğimiz abur cuburları atıştırıyor ve arada bir durup fotoğraf çekiyoruz.

Bir saatten fazla yürüdükten sonra ileriden kadın ve erkek sesleri geldiğini farkettik birden. Yaklaştıkça, bağrışarak bize doğru gelen bir çift turist olduklarını görüyoruz. Bize sesleniyorlar uzaktan geldiğimiz yönü göstererek; anlamıyoruz. Ellerindeki haritalara bakıp tartışıyorlar. İyice yaklaşınca konuşmalarından İtalyan bir çift olduklarını ve haritalarında işaretli bir mağaraya gitmek istediklerini anlıyoruz. Önce bildiğimiz birkaç İspanyolca kelime ile iletişim kuruyoruz; ama aldığımız İtalyanca cevaplar karşısında Baran’ın yedi sene önce bir İtalya gezisi nedeniyle öğrendiği İtalyanca’sı işe yarıyor ve ne demek istediklerini tahmin ediyoruz. Bizi önce İspanyol zannediyorlar, ama Türk olduğumuzu söyleyince İtalyanca’yı nasıl öğrendiğimizi sorguluyorlar o arada. Otuzlarında, hayli neşeli bir çift. Bize, onların peşine takılmamızı teklif ediyorlar gidecekleri mağarayı överek. Böylece Silvia ve Maurizio ile tanışıyor ve onların peşine düşmeye karar veriyoruz; ama ortam o kadar garip ki bizim İspanyolca bildiğimiz kadar Silvia İngilizce biliyor ve Baran’ın İtalyanca bilgisi başlangıç seviyesinde. Ben İtalyanca bilmiyorum, Maurizio da İngilizce bilmiyor. Sessiz kırmızı topraklı patika bir anda dört farklı dilin konuşulduğu kahkaha dolu bir ortama dönüşüyor. Maurizio çok komik, meraklı ve bilgili bir adam. Her gördüğü otu, böceği, yaprağı elleyerek “Silvia mio love, ...” diye birşeyler anlatıyor eşine. Arada bir bize de dönüp ne olduğunu söylüyor İtalyanca; anlamadığımızı farkeden Silvia araya girip çatpat İngilizcesiyle bize açıklamaya çalışıyor. Bazen de Baran İtalyancayı anlayıp bana Türkçe çevirisini yapıyor. Bu şekilde arada kaybolup arada geçenlere yol sorup ilerlemeye devam ediyoruz Vinales vadisinde ta ki uzakta bir tütün evi görene dek. Maurizio hemen tütün evi içine kafasını sokuyor, içeriden davet alınca da bize dönüp eliyle gel gel işareti yapıyor. Dışardan bir tütün evi gibi de olsa içeride çeşitli meyveler, purolar ve çuvallar dolusu pirinç var. Evin sahibi ve eşi hindistan cevizinin tepesini kesip bize ikram ediyor içmemiz için. Bir çift de İngiliz var kendi özel rehberleriyle içeride oturan, onlar da mola vermişler burada, tanışıyoruz herkesle. Şeker kamışı suyu bile içiyoruz, kendi kurdukları şeker kamışı suyu sıkma aletiyle. Biraz dinlenip muhabbet ettikten sonra, tabii herkes anadilinde konuşuyor, yola devam ediyoruz yine bahçeler arasında.




Mısır tarlalarının yanındaki bir kulübede birkaç kişi görüyoruz taraçada oturan. Maurizio onlara da mağaranın yerini soruyor ve mağara görevlisini buluyor sonunda. Öyle gizli saklı bir yerde ki, kendimiz bulamazdık, tıpkı Los Aquaticos’ı kendi başımıza bulamayacağımız gibi. Gaz lambaları yakılıyor, çantalardaki fenerler çıkarılıyor. Önde Küba’lı görevli, arkasında İtalyan çift ve en arkada da biz başlıyoruz kaygan ve ıslak kayalar üzerinde karanlığa doğru ilerlemeye. Maurizio, görevliden daha çok konuşuyor mağaranın oluşumu, sarkıtlar ve dikitler hakkında. Her dediğini bir anlayabilsek! Epey büyük bir mağara Cueva del Silencio; en dibe kadar gidip dönüyoruz hepbirlikte. Çıktığımızda görevliye bahşiş bırakıyoruz; ama Maurizio gene adamı sorguya çekmeyi sürdürüyor ağaç, kuş, böcek hakkında. Sonunda mağarayı birlikte bulup keşfetmenin hazzıyla İtalyan çiftle yollarımızı ayırıyoruz memnun olduk diyerek. Onlar bizim bir önceki gün yaptığımız geziyi yapacaklar Cuevo del Indio yönüne, biz ise son Vinales saatlerini yine mogoteler arasında geçirmek istiyoruz.


Şarkılar söyleyerek, arada durup fotoğraf çekerek ya da çantadaki abur-cuburla piknik yaparak tüm yolu geri yürüyoruz Vinales’e doğru. Beyzbol sahasından geçerken gözümüz sahanın doluluğuna takılıyor, farklı yaş gruplarındaki çocukların oyunlarını izliyoruz bir süre. Sonra odaya dönüp ertesi sabah için hazırlanmayı aklımızdan geçiriyoruz; ama eve vardığımızda Lumino’nun mojito teklifine hayır diyemiyoruz. Bana özenle mojito yapmasını öğretiyor, derdi evimize döndüğümüzde Baran’a aynısını hazırlamam. Baran’ı benden daha çok seviyor gibime geliyor. Taze nanesi bahçeden ve romu da peso marketten mojitoyu hazırlıyorum; hoşuna gidiyor Lumino’nun. Ufak bir şişe rom hediye ediyor bize. Baran da benim için hazırlamak istiyor bir tane; ona çok gülüyor. Küba’da da kadın erkeğe hizmet eder anlayışı yaygın. Karşılıklı mojitomuzu yudumlarken Heriberto da sek romuyla muhabbete dahil oluyor ve başlıyoruz sakallıları*** çekiştirmeye. Halkın inek eti yemesinin yasak olduğu Küba’da yasadışı yolla inek kesen birine 25 yıl hapis cezası veriliyor ya da süt çok pahalı olduğundan çocuklara belli bir yaşa kadar bedava dağıtılıyor diye anlatıyor Heriberto.


Bu akşam Küba’nın geleneksel yemeklerinden kızarmış tavuk var ana yemek olarak yanında yine bir sürü çeşitle. Lumino defterini getiriyor bize yazmamız için, Türkiye ve Küba’nın da yerini gösteren bir dünya haritası çiziyoruz ona, bir de yaptığı yemekleri. Eminim bizi de anlatacak arkamızdan başkalarına. Hesabı kapattıktan sonra getirdiğimiz ilaç, kalem, sabun vs türü şeyleri bırakıyoruz. Öyle mutlu oluyor ki Lumino, keşke daha çok getirseymişiz diye üzülüyorum. Sabaha görüşmek üzere diyerek Lumino bizi meydandaki Casa de la Musica’ya yolluyor salsa yapmamız için.

Girişte turistlerin 2 CUC, Kübalılar’ın ise 2 peso ödediği salsa gece klübünde sahnede yine canlı müzik ve çılgınca dans eden insanlar var. Yaptıkları figürler öyle karışık ki gözümüzü ayırmadan izliyoruz. Genelde bir Kübalı bir turistle eş olup dansediyor gece boyunca. Okuduklarıma ve duyduklarıma göre bir içki ya da klübe giriş için Kübalı bay veya bayan, turist kişiye dans öğretiyor gece boyunca. Tüm masalar doluydu ve hatta Çinli Yuna’yla merhabalaştık, kaldığı casa’nın sahipleriyle oturuyordu bir masada. Vinales’te sevdiğim şey buydu. Havana’da turistlerin olduğu hiç bir yere Kübalılar giremiyordu pahalılıktan veya yasak olduğundan. Burada ise aynı masayı paylaşabiliyorduk bir eğlence akşamında. Geceyi tamamlamadan önce biz de kendi çapımızda dans etmeye başladık bir köşede; ne de olsa seneler önce birkaç aylığına salsa dansı öğrenme maceramız olmuştu.

* Rum (Türkçe karşılığı rom): Pekmez türevleri ile şeker kamışının mayalanması ve damıtılması sonucu üretilir. Damıtma sonucu ortaya çıkan saf beyaz sıvı meşe ağacından varillerde bekletilir. Başlıca üretim yeri Karayipler ve Güney Amerika. Havana Club da Küba’nın en meşhur ve en iyi romu. 3 yıl beklemişleri genelde Cuba Libre, Pina Colada, Mojito türü kokteyl yapımında kullanılırken 12 yıllık, 7 yıllık ve hatta 25 yıllık Matusalem sek içmek için en iyisi.

** Beyzbol ve Küba: 1860’larda Amerika’ya eğitim amacıyla gidip dönenler tarafından yayılan bu oyun Küba’nın resmi sporu. 1959 Devrimi’nde tüm diğer sporlarla birlikte bir süreliğine yasaklanmış olsa da, günümüzde hemen hemen her köyde bir amatör takım bulunmakta, her köşe başında beyzbol muhabbeti dönmekte.

*** Sakallılar: Heriberto eliyle sakal işareti yapıyordu ne zaman Fidel ve adamlarından bahsetse. Onlar hakkında konuşmak yasak olmasa da her köşe başında Fidel’in adamları bulunmakta ve haklarında konuştukları duyulursa konuşan ciddi bir şekilde cezalandırılmakta imiş.

Hiç yorum yok: